Yalnızlık ne demek biliyor musun? Cümle kurmaktan bile aciz olduğunu hissedecek kadar ifadesiz kalmak kimi zaman. Nerede ve kimi en son kaybettikten sonra bu derece başı boş kaldığını anlayamamak. Ve hatta ağlayamamak bir zaman sonra. Eskiden olsa hüngür hüngür ağlayacağın bir şeyin artık içini cız ettirmekten öteye geçememesi. Yalnızlık, hayatın manasını yitirmek ve arayamayacak kadar unutmuş olmak o mananın ne olduğunu.
“Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum”
İmrenirim insanlara ağlayabildikleri için. Uğruna ağlayabilecek şeylere sahip oldukları için. Bulup da kaybettikleri için, en azından bir defa bulmanın lezzetini tattıkları için. Bir insanı veya geçmiş bir anı özleyebildikleri için. Yalnız olan insan özlemeyi bilmez, özlemeye gerek duymaz. Kıskanırım onları yalnızlıktan böylesi uzak oldukları için.
“Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki sizin aşkınız vardı
Kurumuş çiçekleriniz vardı
Aşina yıldızınız gökte”
Yalnızlığın tadını alan, öylesine memnundur ki halinden… Yaşamadıysanız bilemezsiniz. Yalnızlığa alışmak, bir insana alışmaktan daha kolay gelir zamanla. Fiziksel bir yalnızlıktan bahsetmiyorum sadece. Bir de “kalabalıklar içinde yalnız kalmak” vardır. İçinde büyüyen bir cümleyi dillendirmektense, kendi kendine tekrar edip durmayı yeğlemektir bu. Kelimelerin yetemediğini, konuşmanın yalnızca hislere şahit tutmak demek olduğunu fark etmektir. Konuşmanın acizliğinden kaçmaktır, yalnızlığa sığınışım. Etrafıma ördüğüm toz pembe tuğlalardan duvarla öylesine mutluyum…
“Oturup çok çok ağladınız
Ağlayıp iyi ettiniz
Size imreniyorum çünki
Çünki ölümsüz gibiyim yalnızlığımda
Çünki yalnızlığımda öyle güzelim”
Dedim ya bulup da kaybetmek başka, hiç bulmamış olmak bambaşka. Doğuştan kör birine ışığı anlatmak gibi, renkleri anlatmak gibi. Veyahut bir sağıra ezgilerden bahsetmek. İçimdeki sahipsizlik ve aitsizlik tarifsiz iki his. Yanlış kapılarda yorulduğumdan, yanlış yollarda dizlerimi kanattığımdan beri benimleler belki. İmrenirim ağlayabilen insana, pişmanlığından ağlayan insana. Pişmanlık bile hatadan bir adım öncesini özlemektir çünkü. Özleyebilen insanı kıskanırım, özledikleri insanları, şehirleri, günleri kıskanırım.
“Üç beş kalem insan gelip geçtiler
Biliyorsunuz bu dünya bana yetmez
Biliyorsunuz bütün kapıları omuzladım
Kimini açtım kimini açamadım
Bütün gemileri dolaştım limanlarda
Hepsi rıhtımlara bağlıydılar
Bütün adalar yitikti
Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki siz bulup da yitirdiniz”
Oysa içten içe de biliyorum, nasıl hızlı geçer zaman. Bir beklediğin yoksa hele su gibi akıverir. Mevsimler ardı ardına geçer de, ektiğin lale soğanları bile filizlenir. İlk zamanlar külfet gibi gelen su verme işi artık alışkanlığa döndüğü günlerde, bir bakmışsın uzatıvermiş başını topraktan. Sen yeter ki bekle laleyi, yeter ki vazgeçme ondan. Öte yandan laleyi filizlendiren zaman bile silemiyorsa içimdeki yalnızlığı, belki de bulunması mümkün olmayanı arıyorumdur. Ya da belki de bulmak, sadece aramaktan ibarettir, ötesi yoktur…
“Ben yitirmem bir bulsam
Bütün kayaları üst üste korum
Ama biliyorsunuz her şey gelip geçecek
Süslü kadınlar gibi oymalı arabalarda
İki vakit arasında sessiz bir çiçek
Bir dökülecek bir açacak
Sonunda cılız köprülerin öte başında
Bir benim bulamadığım kalacak”
Bak işte, ben de seni iyi tanıyorum diye yazmaya kalkıştım ey yalnızlık! Yine kelimelerin birbirine dolandığı yerdeyim. O aitsizlik hissi içimi acıtırken hala, suçu sana yüklemenin gafletindeyim…
“Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum…” (Turgut UYAR / Yitiksiz)
yalnızdık belki çoğu zaman ama her seferinde onsuz kalmadığını bilmek de yeterdi benim gibilere(fazlasını düşünmeyenlere:))….
akrep nokta nokta ruhumu sokmuş
mevsimden mevsime girdim böylece
gördüm ki ateş de,cımbız da yokmuş
fikir çilesinden büyük işkence
NFK
o açıdan haklısın:) şiirin gerektirdiklerini yazdık sadece..